18 Haziran 2017 Pazar

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları / Kitap Yorumu

Selamlar herkese... Kitap yorumundan önce söylemek istediğim birkaç şey var. Muhabbet yazılarından beri ve onun öncesinde uzun zamandır kitap, dizi, film yorumu yapamadım. Bu tamamen benim meşguliyetimden dolayı diyordum ama bir yandan da yazasım da pek yoktu açıkçası. Nedense blogla ve yazı yazmakla uzaktan yakından alakam kalmasın istediğim bir dönemden geçtim ama şu an ansızın bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Bunun en büyük nedeni yorumunu yazacağım kitap. Açıkçası kitabı bitireli 6 saat falan oldu ve zaten hepsini de 1,5 günde (aslında tek oturuşta ama arada uyudum akşam başladığım için) bitirdim. Bu kadar çabuk okuyup hemen yorum yazmaya koşmak ne kadar doğru bilemiyorum belki üzerinden zaman geçse daha objektif bir yorum yazısı olurdu. Ama şu an bu yazıyı yazmazsam çatlayacağım çünkü yanımda kitap ile ilgili konuşabileceğim kimse yok ve ben çok doluyum.
Yani daha sonra fikrim değişir ya da bazı düşüncelerim daha netleşirse yazıyı güncelleyeceğime söz veriyorum. (Anında yazdığım için fotoğraf da çekemedim, gün ışığını çoktan kaçırmıştım. Fotoğrafı da güncellemeye çalışacağım.)
***Güncellendi.


Konusu:
Kaderimde tek başına kalmak vardır belki de...
Haruki Murakami'den kaderinin gizemini çözmek, içindeki iflah olmaz yaranın kaynağına inmek için büyük bir yolculuğa çıkan bir kahramanın romanı. Kendini 'renksiz' bilen Tsukuru Tazaki'nin hikayesi.
İşte o an, Tsukuru nihayet her şeyi kabullenmeyi başarabildi. İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. İşte bu, gerçek uyumun kökünde var olan şeydi.

''Kendimi başkaları için önemi olmayan, değersiz bir insan olarak düşünmeye başladım sanırım. Hatta kendim için bile.''

Önce kapaktan bahsetmek istiyorum. Bu isimdeki bir kitaptan inanılmaz renksiz bir kapak beklerken bu kapak beni şaşırtmıştı. Ama içten içe de fazla basit ve uğraşılmamış bulmuştum. Ama kitabın ilk 50 sayfasından sonra sanırım her şey anlam kazandı. Kapağın iç içe geçmiş renklerine bayıldım ve gri olmamasına bir nebze kırıldım. Okuyunca anlayacaksınız...

''İnsan yüreğinde gerçekten derin bir yara açıldığında söyleyecek tek sözcük bile gelmiyor aklına.''

Aslında yazının adını ''Murakami'ye neden aşığım ve Murakami'den neden nefret ediyorum?'' yapacaktım ama son anda geleneğimizi bozmayalım dedim. Lakin benim için durum bu. Murakami'ye hem derin bir hayranlık duyuyor hem de içten içe ondan nefret ediyorum. Çünkü bir okur olarak -çoğu kişi benimle aynı fikirde olmayacaktır ama- cevaplanmamış soruları, ucu açık cümleleri ya da tamamlanmayan hikayeleri sevmem. Bu saydıklarımın hepsi de neredeyse Murakami'nin kimlik taşları. Nefretimin nedenleri gayet açık yani. 

''Geçmişi ne silebilirsin, ne de yeniden inşa edebilirsin. Çünkü bu, senin varlığını silmekle aynı şey olur.''

Hayranlık kısmına gelirsek de bunun tek nedeni duygular. Ben belki de ömrüm boyunca Murakami kadar okuyucusuna duyguları bu denli aktarabilen bir yazar okuyamayacağım. Çoğu yazarın duyguları gözümüze sokarcasına anlatması beni bunaltır ve bu duyguları hissederek değil de 'tamam anladım yeter' havasında okurum. Murakami de ise ne hissediyorlar ya da ne hissetmeleri gerekiyor diye düşünmüyorum sadece ben de onlarla birlikte o duyguları hissediyor ya da onların hislerini aile üyelerimmiş gibi kabul edip heyecanlarına eşlik etmek, üzüntülerine teselli olmak, onlarla birlikte sevmek istiyorum.

Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir :)

''Kendi değerinin arayışı içine girmek, birimi olmayan bir maddeyi ölçmeye çalışmak gibiydi. İbrenin tık diye sabit bir noktada durması asla mümkün olmuyordu.''

Daha önce Koşmasaydım Yazamazdım'ı saymazsak -o roman değil çünkü- sadece İmkasızın Şarkısı'nı okudum yazardan. Uzun bir müddet elimde gezdirdim, sindire sindire bölüm bölüm okudum. Çünkü kitap kendi zamanını kendi belirliyordu. Aralarda duraklatıp benden zaman isteyen, 'şu an kaldırabileceğin bu kadar, ara ver' diyen bir kitaptı. Bu kitap da zamanını kendi belirledi. Tek farkla... 
Asla ara vermeme izin vermedi. Bu bölümü de okuyayım da bırakayım dediğim her defasında beni bir sonraki bölümü de okumaya zorladı.

''Anılarını ustaca bir yere saklasan, iyice derine gömmüş olsan bile, o anıları yaratan geçmişi silemezsin...''

Sonuçta Murakami yine yaptı yapacağını. Sanırım her romanında böyle gidecek ve ben sinirden delireceğim. Kitaba başladığı hikayeyi -biz buna ana hikaye diyelim- çözüyor ama ortalarda oluşturduğu yan hikayeyi çözümsüz bırakarak bitiriyor. İmkansızın Şarkısı da bu tarzdı ama en azından orada neler olacağına dair zorlama da olsa birkaç ipucu bırakmıştı ama bu kitabı resmen bitirmedi. Hani -asla böyle bir şey yapacağını düşünmüyorum ama- yarın çıkıp ben bu kitabın ikincisini yazıyorum dese hiç garipsemem hatta ben biliyordum diyerek havayı yumruklarım o derece.

''Derin düşünceler, derin sessizlik gerektirir.''

Buraya kadar kitabı spoilersız mini inceledik. Son olarak spoiler bölümüne geçmeden tek demek istediğim okuyun. Murakami okuyup bana katılıp katılmadığınıza kendiniz karar verin... 

SPOİLER!!!

Gelelim işin en civcivli nefret kustuğumuz bölümüne. Buradan Murakami'ye seslenmek istiyorum. Tamam harika kitaplar yazıyorsun ama biraz daha az gizem, lütfen ya. Ben şimdi Haida'nın babasının hikayesi gerçek mi değil mi diye beynimin arka planında düşünüyorum sürekli.Gerçekse Midorigava kesesinde ne saklıyor? Midorigava'ya ne oldu, öldü mü? Haida'yla yaşanan olay gerçek mi, Haida gay mi? Gerçek değil de rüya ise Haida neden gitti? Sara'nın gerçekten bir erkek arkadaşı var mı?

Peki beş kişilik komün sadece Ak'ın -inanmadıkları- iddiası ile nasıl Tsukuru'yu dışalayabildi? Demekki Tsukuru'nun verdiği değer aslında çoğu zaman tek taraflıymış diyor insan. Tsukuru nedenini bilse de bilmese de o gruptan dışlanmayla aynı durumu yaşardı bence. Tamam tüm karakterler seni dışlayınca biz de acı çektik diyorlar ama yine de biz Tsukuru gözünden baktığımız için inandırıcı gelmiyor bana. Kara'ya inanırım evet ama Mavi ve Kızıl için aynısını söyleyemeyeceğim.

Kara'nın fedakarlıkları için ilk okuyunca çok fazla dedim ama zamanla kendimi yerine koyunca aynı durumda benim çok yakın bir arkadaşım olsaydı diye düşününce de çok az geldi. Ne olursa olsun böyle bir zorunluluğu olmadığı için onu suçlayamadım ama yine de elinden daha fazlası gelir miydi, o zaman nasıl olurdu diye düşünmekten de kendimi alamadım.

Peki Sara? Gerçekten bir erkek arkadaşı var mı? El ele yürüdüklerine göre var tabi diyor insan ama gerçekten mi? Olabilir, Sara laf arasında çözmesi gereken bir durum olduğundan bahsetmişti, sanırım Çarşamba akşamını okusam içim çok daha rahat olurdu bu şekilde hiçbir şeye inancım kalmamış :D

Kafa karışıklığı ve bol sorularla bıraktı bizi Murakami.

Son olarak İmkansızın Şarkısı yazısına buradan ulaşabilirsiniz diyor ve bol kitaplı tatiller diliyorum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder